UAİ Kuramları 1

ÜNİTE 1-REALİZM VE NEOREALİZM (Gerçekçilik ve Yeni Gerçekçilik)


     Realizm, esas olarak ı. Dünya Savaşı sonrası süreçte idealizmin temel düşüncesinin ve uluslararası barış ve güvenliği sağlamaya dönük varsayımlarının iflas etmesi üzerine ona bir meydan okuma olarak gelişmiştir. İlk ortaya çıkması da idealizmin eleştirisiyle başlamış ve II. Dünya Savaşı sonrası süreçte güvenlik meselesinin, uluslararası sistemin ana gündemini oluşturmasıyla oldukça çekici hale gelmiştir.



Realizmin Varsayımları ve Temel Özellikleri


     Realizm, Uluslararası ilişkilerde politikayı, güç ve çıkar mücadelesi olarak görür. Realizme göre uluslararası politika, özünde güç ve çıkar mücadelesi olarak tanımlanabilecek bir siyasal süreçtir. Bu aynı zamanda realizmin veya diğer adıyla siyasal gerçekçiliğin ilk ve temel varsayımıdır.



     Uluslararası Politika alanında özellikle 1940' dan 1970' lere kadarki çalışmaların ağırlık noktasını oluşturan klasik realist yaklaşımda güç kavramı ve ulusal güç merkezi bir öneme sahip olmuştur. Bu teoriye göre devletlerin sahip oldukları kapasiteler büyük bir önem taşımaktadır. Konular arasında hiyerarşi gözeterek , askeri konulara ve güvenlik konularına öncelik veren realist teoriler için güç, uluslararası ilişkileri anlamada en temel kavramdır. GÜÇ: Uluslararası sistemde aktörlerin; siyasi, askeri, ekonomik kapasitelerine dayalı olarak birbirlerinin davranışlarına etki edebilme potansiyelleridir.

     İkinci varsayımı ise, uluslararası ilişkilerin temel aktörünün egemen ulus devletler olarak görülmesidir. Devletlerin dışında başka aktörler olup olmadığı üzerinde durulmaz. Uluslararası örgütler, ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşları veya medya kuruluşlarının rolü dikkate alınmaz. Dolayısıyla realizme göre devletler, uluslararası politikanın temel  aktörleridir. Çok uluslu şirketler, uluslararası çevre ya da insan hakları örgütleri gibi uluslaraşırı örgütler aktör olarak kabul edilmedikleri gibi; NATO, BM gibi uluslararası örgütler de üyesi olan devletlerden ayrı varlıkları ve egemenlikleri olmadığı gerekçesiyle aktör olarak kabul edilmezler. (SORU) Realizm için tek aktör devletlerdir.

     NOT: Avrupa' da egemen ulus devletlerin doğuşu, Otuz Yıl Savaşları' nı sona erdiren 1648 Westfalya Anlaşması' yla başlamıştır.

     Realizmin üçüncü varsayımı, devletlerin yekpare (bütüncül) yapılar olarak görülmesidir. Realistler, devlet içi dinamikleri gözardı etmektedirler. Buna göre devletler, bir kata kutu ya da bilardo topu gibi dış etkilere karşı kendi çıkarları doğrultusunda tepki gösteren yapılardır.

     Dördüncü temel varsayımıysa, devletlerin dış politikada rasyonel karar veren birimler olarak kabul edilmeleridir. Realistlere göre, belli amaçlar doğrultusunda hareket eden devlet, mevcut kapasitesini dikkate alarak, bunlara uygun araçlarla amacına ulaşmaya çalışır.

     Realistlere göre uluslararası ilişkilerin ana gündemini ulusal güvenlik konuları oluşturmaktadır. Realistler için d"evletin varlığını sürdürmeye ilişkin olan ulusal güvenlik konusu yüksek politika"; "ticari, mali, parasal, sağlıkla ilgili konular ise alçak politika" olarak nitelendirilir. Devletlerin çıkarlarına ulaşmak için kullanacakları temel unsur güçtür. Bu nedenle genelde realistler için güç mücadelesi, uluslararası ilişkilerin temelini oluşturmaktadır.

     Yöntem açısından bakıldığında, realist teoriyi benimseyenlerin  genelleme ve yararlılık özelliğine önem verdikleri görülmektedir. Realistlere göre, bir teoriyi oluşturan varsayımların doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılmamalıdır. Tartışılması gereken, bu varsayımların gerçek dünya karşısında sınanmaya uygun olup olmadığıdır.

     Buna karşılık davranışsalcılar, özellikle klasik realizmi bilimsellik açısından yeterli bulmamaktadırlar. Davranışsalcılığın eleştirisi karşısında varsayımlarını gözden geçirmek durumunda kalan klasil realizme, bilimsel bir nitelik kazandırma çabasının da etkisiyle 1970' li yılların sonunda Kenneth Waltz' ın 1979' daki çalışmasıyla Neorealizm ortaya çıkmıştır. Yapısal realist olarak da bilinen Waltz, realizmin temek varsayımını insan doğasına dayandırmaması ve analiz düzeyi olarak sistem ve yapıyı esas alması bakımından daha bilimsel (davranışsalcı) bir teori geliştirmeye çalışmıştır.

Realizmin, özellikle Neorealizmin önemli bir varsayımıysa; devletlerin, tek tek güvenliğini sağlayacak bir merkezi otoritenin olmadığı uluslararası yapının anarşik olduğudur. Realistler, bu yapı içinde, her bir devletin kendi güvenliğini kendisi sağlamak zorunda olduğunu varsayarak (kendine güvenme-self-help), diğer devletlerin de aynı şekilde davranacağını ve dolayısıyla her bir devletin kendi çıkarı doğrultusunda hareket edeceğini ileri sürmektedir. Realistlere göre, uluslararası yapıdaki istikrarsızlıklar devletlerin güvenliği için tehdit oluşturmakta olup, devletler olası tehditlere karşı destek sağlamak için ittifak antlaşmaları imzalayabilirler. Ancak devletler güvenlikleri için bunlara çok fazla güvenmezler ve kendi güvenliklerini kendileri sağlayabilecek bir güce erişmeye çalışırlar.

     Realizme göre, eğer devlet hayati çıkarlarını gözetmede başarısız olursa içinde bulunduğu uluslararası ortam tarafından acımasızca cezalandırılır.  Çünkü; realistlere göre, rasyonel bir aktör olan devlet dış politikada maliyet unsurunu dikkate almak durumundadır. Özellikle neorealistlere göre; uluslararası anaşi devletlerin davranışlarını belirleyen önemli bir öge olduğundan, ortak çıkarlar söz konusu olsa bile net kazanç yoksa anarşi durumu devletlerin işbirliği yapmasını engellemektedir. Bununla beraber, tüm realistler için uluslararası kurumlaşmanın işbirliğinin gelişmesine etkisi oldukça marjinal düzeydedir. Oysa liberallere göre, devletler mahkumun ikilemi türü bir ilişkide dahi işbirliği yapabilirler.

     Tüm realistler, iç politika ile uluslararası politikayı birbirinden ayırarak ele almaktadırlar. Fakat klasik realistler, uluslararası politikayı da güç mücadelesi ve bundan kaynaklanan güç dengesiyle açıklarken neorealistler, bu noktada anaşi kavramına başvurarak,anarşinin devletlerin davranışlarını belirlediğini varsaymaktadır. Başka bir deyişle anarşi, güvensizliği ve belirsizliği doğurmakta, bu ise taraflar arasındaki ilişkiyi, mahkumun ikilemi türü bir ilişkiye dönüştürdüğü için, olası işbirliği girişimlerine engel olmaktadır.

     Vasquez, realizmin varsayımlarını üç başlık altında toplamaktadır:

  •  Devlet, uluslararaı politikanın temel aktörüdür.
  •  İç politika ve uluslararası politika ayrıdır.
  • Uluslararası ilşkiler güç mücadelesidir. (SORU)
     Keohane da realizmin varsayımlarını araştırma programının çetin özü (hard core) olarak nitelediği üç noktada özetlemektedir:

  • Devlet merkezcilik varsayımı
  • Rasyonellik varsayımı
  • Güç varsayımı  (SORU)
NOT: Realizmin varsayımları olmazsa olmaz sorulardandır!

Realizm veya Neorealizmin öncüleri kimlerdir veya aşağıdakilerden hangisi öncülerindendir veya değildir? Kesinlikle çıkabilir!
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

     REALİZMİN FELSEFİ KÖKENLERİ

    M.Ö 5. yüzyılda (MÖ 471-
400), yaklaşık Platonla aynı dönemde yaşayan Thucydides, 
Helen dünyasına hakimiyet konusunda aralarında rekabet bulunan Atina ve Sparta kent devletleri arasında 424’te patlak veren Peloponezya Savşları sırasında bir Atina generali olarak Trakya’da görevliydi. Fakat şehrin Sparta tarafından alınmasına engel olamadığı için yirmi yıl sürgüne mahkum edilmişti. Thucydides bundan sonraki zamanını savaşı izleyerek, gözlemlerde bulunarak, ve taraflarla görüşerek geçirmiştir. Savaşın bütün nedenlerini, tarafların motivasyonlarını, liderlerin politikalarını inceleyerek geçmişten geleceğe aktarılabilecek dersler çıkarmayı amaçlamıştı. Thucydides’e göre savaşın nedeni Atina’nın güçlenmesinin Sparta’da yarattığı kuşku ve güvenlik kaygısıydı. Dolayısıyla güç dengesindeki bozulma kuşkuyla birleşince, savaş için yeterli sebep de oluşmuştu. Thucydides’in çalışmasında silahlanma yarışı, ittifak, caydırma, güç dengesi ve strateji gibi alışık olduğumuz pek çok kavrama rastlamak mümkündü. Aslında Thucydides, savaşa başvurmayı ve emperyalizmi meşrulaştırmaktaydı.

   
Yaklaşımlarıyla realizmin düşünsel temelinde önemli bir yeri olan, bir İtalyan 
siyaset felsefecisi olan Niccolo Machiavelli (
1469-1527) ise ayrı ayrı kent devletlerine bölünmüş olan XVI. yüzyıl İtalya’sında yaşamış olup, Floransa Cumhuriyeti’nin 1512’de yıkılmasına kadar bürokrat ve diplomat olarak görev yapmıştı. 
Gücün 
nasıl kazanılacağı, 
nasıl korunacağı ve nasıl sürdürüleceğine ilişkin el kita
bı niteliğinde olan Prens adlı çalışmasını, Floransa yöne
ticisi olan Lorenzo di Meccini'ye atfen yazmıştı
(SORU)
Niccolo Machiavell



     

Rönesans İtalya’sındaki yoz uygulamaları kaleme alan yapıtta, o günkü düşük 
ahlaksal uygulamalara felsefi aklama getirmekte, kitleler üzerinde güç kazanmayı 
ve sürdürmeyi amaçlayan devlet adamlarına, uygulamalarında yol gösterecek bir 
kılavuz sunmaktaydı. 
Bu nedenle “amaç aracı aklar” diyen bir felsefi anlayışı temsil eden “Machiavellizm” bazılarına göre yüz kızartıcı bir terimdir.
Machiavelli, tıpkı modern felsefeci Nietzche gibi, güce 
başlı bşı›na bir amaç olarak hayranlık duydu ve onu ahlaksal ölçülere ya da etik
unsurlara bakılmaksızın kazanılacak bir şey olarak gördü.

   
Machiavelli’nin çalışmasında güç, güç dengesi, ittifak ve karşı ittifak oluşumu 
ve kent devletleri arasındaki çatışmaların nedenleri üzerine ilginç dersler bulunmaktadır. 
Machiavelli’ye göre bir prens iyi yürekli, sadık, insancıl, namuslu ve dindar gö
rünebilir; hatta gerçekten öyle de olabilir; fakat gerektiğinde tam tersini yapabilmeye hazır olmalıdır. A
ncak, bir prensin, eğer bir de yeni prens olmuşsa bunları 
yerine getirmesi, bunların tersini yapmasından daha zordur. 
Bir prensin esas görevi, devlet erkini elinde tutmak olduğuna göre bu meziyetleri (insanları övgüye de
ğer kılan tüm bu şeyleri) yerine getiremez. 
Çünkü; devleti elinde tutmak için sık 
sık verdiği söze karşı, iyilikseverliğe karşı, insanlığa karşı, dine karşı davranmak 
zorunda kalır. 
Machiavelli’ye göre, devletin varlığını sürdürme ve hayatta kalma amacı diğer 
tüm amaçlarının önünde gelir. 
Moral, ideolojik ve diğer tüm amaçlar bu amaca gö
re ikinci derecededir. Machiavelli de XX. yüzyıl realizmi gibi ulusal çıkarı öncelikli görmektedir. 

Thomas Hobbes
     
Realizmin felsefi kökenine ve düşünce dünyasındaki geri planına bakarken Thomas Hobbes’in katkısı göz ardı edilemez. Liberal felsefenin ortaya çıkmasında ve temellerinin atılmasında John Locke ne ise realizmin temel felsefesinin ortaya konmasında da Thomas Hobbes çok önemlidir. Her ikisi de Toplumsal Sözleşme kuramlarıyla, realizmin ve liberalizmin ana çerçevelerini ortaya koymuşlar ve söz konusu teorilerin üzerinde yükselebileceği sağlam bir temel oluşturmuşlardır. Machiavelli’nin Prens’i gibi, Hobbes da Leviathan’ı, II. Charles’ı memnun edeceği umuduyla yazmıştı. Hobbes’un ünlü eseri Leviathan, siyaset alanında ilk genel teori olarak kabul edilmektedir.(SORU) Machiavelli gibi Hobbes’un da insanın doğasına yaklaşımı olumsuzdur. Aslında Hobbes’un devlet öğretisine ilişkin görüşlerini ortaya koyarken Thucydides’ten de etkilendiği görülmektedir. İnsan yapısı olabildiğince çıkarcıdır. Bundan dolayı ister istemez insanlar birbirinin düşmanı olur ve “herkesin herkese karşı savaş durumu başlar. Bu durumda “insan insanin kurdu”dur. 

     Esas olarak iç politika üzerinde durmuş olmakla beraber, Hobbes’un çıkardığı ilkeler uluslararası ilişkilere de uygulanabilecek niteliktedir. Hobbes’a göre insanlar bir toplum haline gelmeden önce doğa durumunda yaşamaktaydı. Doğa durumu (state of nature) herkesin herkesle savaştığı; kuşku, korku ve şiddetin söz konusu olduğu oldukça güvensiz bir ortamdır. İnsanlar sürekli korku içinde yaşadıkları bu doğa durumundan kurtulmak için aralarındaki bir sözleşmeyle tüm yetkilerinden (egemenliklerinden) vazgeçerek commonwealthi oluştururlar. Commonwealth, tüm yetkileri kullanan egemenin (leviathan) bu konuda kimseye hesap vermek durumunda olmadığı ve sınırsız, mutlak egemenliğe sahip olduğu bir duruma işaret etmektedir. Bir toplumsal sözleşme bir tür yurttaşlar yasası olarak, karşılıklı anlaşma yoluyla tüm kişilerin özgürlüklerini sınırlar.

     Realizmin temel varsayımı olan ve Hobbes tarafından da benimsenen insanın doğal kötülüğü ve günahkarlığı onun bu doğal kötülüğünün sınırlanmasını gerektirdiğinden bir üstün otoritenin varlığı gerekir. Dolayısıyla devletin olmaması ya da herhangi bir şekilde yıkılması halinde toplum yeniden savaş durumu olan doğa durumuna geri döner ve tekrar bir üstün otorite çıkarır. Hobbes, doğa durumunda her insanın birbiriyle savaş durumunda olduğunu, bir üstün otoritenin olmadığını ve doğa durumunun devam ettiği varsayılan uluslararası sistemde de, her devletin birbiriyle savaş halinde olduğunu ve dolayısıyla sistemin anaişik bir özelliğe sahip olduğunu varsaymaktadır. 


     - KLASİK REALİZM

Klasik realizmde devletlerin doğasıyla insan doğası arasında doğrudan ilişki kurulmaktadır. Buna göre, devletlerin doğası, insanların doğasından ayrı tutulamaz ve dolayısıyla devletlerin bencil ve çıkarcı olmaları, onlar› oluşturan insanların doğasından kaynaklanmaktadır. Devletin doğasını ve dolayısıyla politikanın doğasını anlamak için insan doğasına bakmak gerekir. Özellikle klasik realizm, uluslararası politikayı insan doğasıyla açıklamaktadır. Uluslararası politikayı insan doğasına bakışlarıyla uyumlu şekilde açıklayan savaş sonrası realistler Morgenthau ve Niebuhr, tıpkı bireyler gibi devletlerin de dış politikada güç ve çıkar peşinde olduklarını belirtmişlerdir. 

     Realizme göre devlet adamını yönlendiren faktörler korku, kuşku, güvensizlik, güvenlik ikilemi, üne kavuşma, saygınlık ve çıkar gibi unsurlardır.(SORU) 

     Morgenthau’ya göre, devlet, ulusal çıkar peşinde koşarken bireysel ilişkilerde geçerli olan ahlaki ilkeleri gözetmez. İkisinin birbirine karıştırılmaması gerekir. Devlet adamının öncelikli sorumluluğu ulusal devletin varlığını korumaktır ve onun yapması gerekenler bu noktada bir vatandaş olarak bireysel ilişkilerinde dikkate aldığı  ahlaki ilkelere ters düşebilir. Morgenthau’ya göre, devletler yine de kendi politikalarının ahlaki, diğer bir deyişle evrensel moral ilkelere uygun olduğunu ileri sürme eğilimindedirler. Bazıları ise bunu hukuki ya da dini ilkelerle bağdaştırmaya çalışır. Siyasal gerçekçiliğe (realizm) göre, dış politikalar gücün çıkar olarak tanımlandığı bir çerçeveye oturtulduğunda hem daha iyi anlaşılacak hem de devletleri bu tür siyasal ve moral aşırılıklardan koruyacaktır.  Morgenthau’ya göre ahlakın ve siyasetin alanları ayrıdır ve bunlar birbirine karıştırılmamalıdır. Siyaseti ve siyasal olan tanımlarken siyasal bir dil kullanılmalıdır. Morgenthau’ya göre, siyasetin dili çıkarla ilgili olmalıdır. 

     NOT: Geleneksel realizm ya da klasik realizm gibi adlarla an›lan XX. yüzyıl realizminin gelişmesine öncülük eden yazarların başında Edward Carr ve Hans Morgenthau gelmektedir. Kenneth Waltz ise, neo realizmi geliştirmesi açısından, adından en fazla söz ettiren realistlerdendir. Bunların dışında Nicholas Spykman, John Herz, Raymond Aron, Arnold Wolfers ve Norman Graebner gibi realizme önemli katkılarda bulunan başka yazarlar da bulunmaktadır. Kuramın Henry Kissinger, Zbigniew Brzezinski ve Brent Scowcroft gibi siyaset dünyasından da temsilcileri de vardır.(SORU)

     Ütopyacıların (liberallerin veya idealistlerin) “çıkarların uyumu” doktrinini eleştiren Carr’a göre, idealistlerin böylece kendi çıkarlarını, dünyanın geri kalanına kabul ettirmek amacıyla bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde evrensel çıkar adı altında gizlediğini ileri sürmektedir. İnsan doğası gereği kendi için yararlı olduğuna inandığı bir şeyin diğerleri için de yararlı olduğuna inanır. Hatta bazı özel çıkarlarını gizlemek için şık maskeler bulur. 

     İdealizmi ütopya olarak niteleyerek ağır şekilde eleştiren Carr’ın açtığı yoldan giderek kendini bir realist teori geliştirmeye adamış olmasından dolayı XX. yüzyıl realizminin asıl babası sayılan yazar Hans J. Morgenthau’dur.(SORU) Hans J. Morgenthau’ya göre, dünya rasyonel bir bakış açısıyla kusurlu ve noksandır. Bunun nedeni ise insanın doğasında aranmalıdır. Morgenthau da tüm diğer gerçekçiler gibi, güç dengesinin uluslararası sistemde barışın korunması bakımından etkin bir teknik olduğu üzerinde durmaktadır.
Ancak Morgenthau’ya göre, uluslararası barışı koruyan güç dengesinin kendisi olmayıp, esas önemli olan bu konuda devletler arasında bir konsensüsün (fikir birliğinin) bulunmasıdır. Çünkü; güç dengesinin kurallarına uyulması için, öncelikle devletler arasında güç dengesinin korunması konusunda ortak bir anlayışın bulunması gereklidir. 

     Öte yandan, realizmin gelişmesine önemli katkılarda bulunan Reinhold Niebuhr da Morgenthau gibi uluslararası politikaya insan doğasından yola çıkarak kötümser yaklaşmakta; devleti, üniter yapılar ve uluslararası politikanın temel aktörü olarak, uluslararası politikayı ise güç ve çıkar mücadelesi olarak görmektedir. Niebuhr da Morgenthau gibi uluslararası yapıda istikrarı güç dengesinin sağladığına inanmaktadır. Ayrıca Niebuhr da gücü, askeri ve ekonomik güç başta olmak üzere kapasite toplamı olarak görmektedir.

     
     -NEOREALİZM VE KENNETH WALZ

Kenneth Waltz’ın “Uluslararası Politika Kuramı” (Theory of International Politics) adlı 1979’da basılan çalışması, 1980 sonrası döneme egemen olacak bir tartışmayı başlatmıştır. Waltz, farklı siyasal sistemlere ve farklı ideolojilere sahip olan devletlerin benzer davranışlar ve politikalar benimsemesinin nedenini açıklamaya çalışmıştır. Waltz’a göre bunun yanıtı yapı kavramında saklıdır. Waltz’a göre, uluslararası sistem; sistemin temel kuralları, sistemi oluşturan birimlerin niteliği ve birimler arasındaki kapasite dağıılımı gibi ögeler açısından ulusal sistemden farklılık göstermektedir. İç siyasal sistemde, sistemin temel kuralı hiyerarşi olmasına karşılık uluslararası sistemin ana ilkesi anarşidir.(SORU) 
Kenneth Waltz


     Waltz’a göre güç dengesi süreklilik göstermekte, denge bozulsa bile başka bir şekilde yeniden kurularak devam etmektedir. İki kutuplu ya da çok kutuplu, her iki modelde de güç dengesi sistemin ana özelliğidir. Bununla beraber, iki kutupluluk çok kutupluluğa göre daha istikrarlıdır. Büyük güçlerin ihtiyatlı bir dış politika izlemelerinden, yaşamsal çıkarların kesin bir şekilde tanımlanmış ve etki alanlarının belirgin olmasından ve nükleer silahların varlığından dolayı iki kutuplu yapıda merkezi güçler arasında savaş çıkma olasılığı daha azdır. Çok kutuplu yapılardaysa sürekli değişen askeri ittifaklar ve kapasite değişimlerinde meydana gelen farklılaşmalar, yapının istikrarını tehdit eden unsurlardır ve bundan dolayı daha istikrarsız bir nitelik göstermektedir. Çok kutuplu sistemlerde söz konusu olan karşılıklı bağımlılığın artması da istikrarı azaltan bir diğer unsur olarak değerlendirilmektedir.

     Kenneth Waltz’ın öncülü¤ündeki neorealist okul, dünyayı daha önceki realist düşünürlerden pek çok yönüyle farklı tanımlıyor ya da farklı görüyor. Realistler uluslararası politikayı kabaca devletler arası bir etkileşim süreci olarak görmekteydi. Oysa, neo realistler devletler arası etkileşime bakarken sistem düzeyindeki yapısal nedenleri  ve tek tek devletlerin kendilerinden kaynaklanan birim düzeyindeki nedenleri ayrı ayrı ele alıyorlar. Böylece neo realist düşüncede yapı  önem kazanıyor ve özel bir inceleme ve tartışma konusu haline geliyor. Ayrıca, geleneksel realist düşünürler sadece sonuçlarla ilgilenerek buna devletlerin etkileşimlerinin doğal bir sonucu ve bu ilişkinin bir ürünü olarak bakarken neo realist düşüncede sebep
ve sonuçlar ve özellikle de amaç ve araçlar ayrı ayrı değerlendirilmektedir.

     Dolayısıyla yeni yaklaşımıyla realist bir uluslararası politika teorisi geliştirmeye çalışan Kenneth N. Waltz’a göre, klasik realistler, uluslararası politika ve dış politika ayırımı içinde ağırlığı daha çok dış politikaya vermektedirler. Morgenthau söz konusu prensiplerden (siyasal gerçekçiliğin altı ilkesi) ziyade insanın niteliği, güç, çıkar ve ahlak konusu üzerinde durmaktadır. Waltz’a göre, Morgenthau böylece devletler arası ilişkileri ve devletin dış politikasını açıklamaya yarayacak kendince bir perspektif ve belki de bu anlamda kendi zamanında olaylara anlamlı açıklamalar getiren bir teorik çerçeve çizmeye çalışmıştır. Bununla beraber, Raymond Aron, Hans Morgenthau ve diğer geleneksel realistler, devletlerin davranışlarına ve karşılıklı etkileşimine bakarak buradan uluslararası sonuçlara varmaya çalıştılar. Waltz’a göre bu nedenle klasik realist düşünce tümevarımcı, neorealizm ise daha çok tümdengelimcidir

     Morgenthau' ya göre güç, her zaman balı başına bir amaçtır. Neorealist düşünce okuluna göreyse “güç”, başlı başına bir “amaç” olmaktan ziyade, mümkün olduğunda ve gerektiğinde başvurulabilecek bir “araçtır.” Güç, ancak gerektiğinde kullanılacak bir araç olup, ne kadar güce sahip olmak gerektiğine aklıselim sahibi devlet adamı karar verir. Olağanüstü durumlarda devletlerin nihai endişesi “güç” değil “güvenlik”tir.

     Neorealizmin klasik realizmden farklılıkları; yapı olarak tanımlanan sistemin devletlerin dış politikası üzerindeki belirleyici ve sınırlayıcı etkisi üzerinde durması, uluslararası politikada davranışsal düzenlilikler olduğunu varsayması, dış politikalardaki benzerliklere dikkat çekmesi, bilim felsefesinin ilkelerini önemsemesi, tarihsel bir yaklaşım yerine yapısalcı bir yaklaşımı benimsemesi ve anarşi kavramına yüklediği anlamdır.(SORU)

     Genel olarak tüm realistlere göre, uluslararası ilişkilerin temel aktörü olan devletler bütüncül ve yekpare yapılardır. Bencil davranan ve sadece ulusal çıkarları doğrultusunda hareket eden rasyonel birimlerdir. Ulusal çıkarlara göre biçimlenen devletlerin politikaları hayatta kalma, güvenlik, güç ve nispi kapasite gibi kavramlarla ifade edilmektedir. (SORU)

     Morgenthau’nun rasyonel politika varsayımında ideoloji gibi unsurlara yer verilmemektedir. Realistler tarafından devletler üniter ve bütüncül yapılar olarak görüldüğünden bunların politikalar›, iç siyasal koşullarn bir sonucu olmaktan ziyade dışsal gelişmelere verilen bir tepki olarak (bilardo topu varsayımı düşünülmektedir. Klasik realizmin temel özelliklerinden olan, “moral unsurların siyaset dışı tutulması ve etikten arındırılmış bir siyaset anlayışı” neo realizmde yeterince vurgulanmamaktadır. Oysa klasik realizm bu anlamda liberal idealizme bir tepki olarak doğmuş ve onu ütopyacı olarak nitelemesinde de bu görüşün değer unsuruna biçmiş olduğu rol öne çıkmıştı. Klasik realizmde önemli olan ve onu idealizmden ayıran en önemli unsur olan moral unsurun dikkate alınmaması, neo realizmde gözardı edilmiştir. Bu nedenle bir taraftan bilimsellik kaygısıyla hareket ederken diğer taraftan pozitivizmin önemli ilkelerinden biri olan “değerden arındırılmış bilim” ilkesini yadsıması neorealizme yöneltilen önemli bir eleştiridir.

     Çıkabilcek Sorular!


  • Aşağıdakilerden hangisi realizmin temel kavramlarından değildir?
  • Aşağıdakilerden hangisi neorealizmin temsilcileri arasında yer almaktadır/yer almamaktadır?
  • Aşağıdakilerden hangisi neorealizmin, realist kurama getirdiği eleştirilerden biridir?
  • Uluslararası politikayla kurulan analojide, doğa durumuna benzetilen kavram aşağıdakilerden hangisidir?
Bu ve bunlara benzer sorular kaçınılmaz sorulardır. Neorealizm ile klasik realizm arasında farklar, bu kuramların öncüleri, bu kuramlara yapılan eleştiriler, teorisyenlerin eserleri vs...

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

ÜNİTE 2-LİBERALİZM VE YENİ LİBERALİZM

Liberalizm, belli amaç ve idealleri olan bir siyasal düşünce geleneğini temsil etmektedir. Liberalizm, bir ideoloji olarak özellikle İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri'nde XVIII. ve XIX. yüzyıl siyasal ve ekonomik düşünce tarihinde etkili olmuştur. Klasik liberal düşünce, eşitlik, rasyonellik, özgürlük, ve mülkiyet kavramları üzerine inşa edilmiştir.(SORU) Aslında liberalizm aydınlanma çağının filozoflarının temel felsefelerini oluşturmuştur. Aydınlanma çağıdendiğnde 1688 ile 1789 yılları arasını kapsayan dönem akla gelmektedir. İngiltere’den J. Locke, İskoçya’dan David Hume ve Adam Smith, Fransa’dan Montesguieu, Voltaire ve Almanya’dan Immanuel Kant bu döneme damgasını vuran bilim adamları arasında yer almaktadır.(SORU)

     Liberalizme göre, tüm insanlar eşit yaratılmışlardır ve yaşama hakkı, özgür olma ve mutluluğunu sürdürme hakkı gibi birtakım dokunulmaz haklarla donatılmışlardır. Kaynakların ve zenginliğin eşit dağıtıldığı anlamına gelmeyen fırsat eşitliği kavramı, XIX. yüzyıl liberalizminin birinci temel kuralını oluşturmuştur. Liberalizmin ikinci kuralı bireyin doğal gereksinimlerini rasyonel yollarla karşılama ve isteme kapasitesine sahip olduğu ilkesidir. Üçüncü ilke bireyin temel alınması ve özgürleştirilmesidir. Liberalizmin dördüncü ilkesi özel mülkiyetin önemidir.


     -LİBERAL DÜŞÜNCENİN FELSEFİ TEMELLERİ

    Liberal düşünceden söz ederken öncelikle John Locke ile başlamak gerekir. Zira Locke özellikle Toplumsal Sözleşme kuramıyla liberal teorinin temellerini atmış ve temel felsefesini ortaya koymuştur. Doğa durumunda insanların eşit ve özgür olduklarını vurgulayan John Locke, Hobbes’un düşüncelerinden bu noktada tamamen ayrılmaktadır. Locke’a göre doğa durumu savaş durumu değildir. Haksız bir zorlama söz konusu olduğunda savaş yaşanabilir; fakat bu durum doğa durumu ile özdeşleştirilmemelidir. Locke, doğa durumunu başı buyrukluktan ziyade özgürlük durumu olarak görmektedir. Doğa durumunu, yöneten aklın yasaları› olup, bunlar herkesin eşit ve bağımsız olduklarını, hiç kimsenin yaşamına, sağlığına, özgürlük ya da mülkiyetine zarar vermemeyi öngörmektedir. Çünkü; “tüm insanlar Tanrının yaratıklarıdırlar”. Doğal yasa bu nedenle Locke için oldukça farklı bir anlama gelmektedir.  Fakat Locke’un Toplumsal Sözleşme kuramına ya da diğer adıyla kontrat yasasına göre, insanlar bir doğa durumunda özgür olsalar da bu herkesin birbirlerinin
haklarına saygı göstereceği anlamına gelmediğinden, hak ve özgürlüklerinin daha etkili ve iyi korunması için örgütlü bir toplum oluşturulur.

    Pozitif hukukun kurucusu sayılan Hugo Grotius düşüncelerini “Savaş ve Barış Hukuku Üzerine” adlı çalışmasında ortaya koymuştur. Locke gibi, devleti bir sözleşmeden türeten Grotius’un doğal hukuk öğretisine göre, insanın birtakım haklarının temeli insan doğasına dayanır. Grotius’a göre de insanın doğasında toplum içinde yaşama isteği vardır. Bu istek, aklının verdiği ölçüde düzenli ve barış içinde yaşama isteğidir. Doğal hukukun kendisini gerçekleştirebilmesi için devlete gereksinimi vardır. Dolayısıyla devlet, kendisinden önce ve var oluşunun nedeni olan hukuku korumakla yükümlüdür. Devlet, hukukun koruyucusu ve garantisidir. Grotius’a göre Machiavelli’nin tersi bir argüman olarak hukuk, devletten değil devlet hukuktan doğmuştur. Grotius’un öğretisinde çıkış noktası ve temel varlık bireydir.

    Liberal düşüncenin savunucuları arasında yer alan ünlü Fransız filozofu Baron Charles L. Montesquieu “Yasaların Ruhu” adlı çalışmasında dile getirdiği düşünceleriyle uluslararası iliflkiler teorisine önemli katkılarda bulundu. Montesquieu, bu alanda savaş ile yönetim biçimleri arasında doğrudan ilişki kuran ilk kişi sayılabilir. Montesquieu, savaşla monarşiler arasında kaçınılmaz bir ilişki olduğunu göstermeye çalışmış ve otoriter rejimlerin savaşa daha yatkın olduğunu ileri sürmüştür.

    Jean Jacques Rousseau, kendi toplumsal reform ilkelerine demokratik bir hükümet biçimi için sağlam bir ussal aklama getiren klasik çalışmasını, “Toplumsal Sözleşme” de ortaya koydu. Her insan özgür doğar. Aileyi toplumsal örgütlenmenin temeli olarak alan Rousseau’ya göre devlet aileyi örnek almalıdır. Çünkü; bir ailede ne eşitsizlik ne de kölelik vardır. Vazgeçilmez iradeleriyle özgür ve eşit insanların karşılıklı olarak anlaşarak bir devlet kurma hakları vardır. Çünkü; egemenlik yalnızca halkındır. Kararlar oylama yoluyla demokratik yolla alınmalıdır. Kişi bencil çıkarları (selfish interest) için değil, ortak yarar için oy verir. Zira halk iyidir ve iyi olan için oy kullanacaktır. Halk devlete ve kendini yönetenlere, yönetme gücü ve yetkisi verse de egemenlik, genel iradeyi temsil eden halkın kendisine aittir ve terk edilmez.

    Immanuel Kant’ın Sonsuz Barış  adlı eseri, onun toplumsal ve politik felsefesini açıkça ortaya koymaktadır. Kant, bir dünya devletinin; pek çok bakımdan Birleşmiş Milletlere benzeyen, federatif bir örgütlenmeyi benimseyen özgür devletler cumhuriyetinin kurulmas›n› savundu. Bu şekilde, ulusal politik örgütlere üyeliklerine bakılmaksızın, tüm bireyler kozmopolitan hak ve ayrıcalıkları olan yurttaşlar olarak Dünya Devletine katılacaklardı. Kant da Montesquieu gibi savaşları önlemek için mutlakiyetci yönetimlere son verilmesi ve tüm dünyada demokratik ideallerin ve halk egemenliğinin geçerli hale gelmesi gerektiğini savundu. Uluslararası ilişkiler egemen devletler arası ilişkiler gibi görülse bile, devletin soyut, bireyinse somut varlıklar olduğuna işaret ederek, bireyi esas alan, uluslararası toplum anlayışını geliştirdi. Böylece Kant, uluslararası politikayı sadece egemen devletler arası ilişkiler olarak görmeyen modern uluslararası ilişkiler yaklaşımının felsefi temellerini ortaya koymuştur.

    Adam Smith’i diğerlerinden ayıran özelliği, ekonomik özgürlükle piyasa özgürlüğünün temellerini atmış olmasıdır. Buraya kadar sözü edilen liberal felsefeciler daha ziyade bireysel ve siyasal özgürlük ve demokrasi düşüncesi üzerinde yoğunlaşırken Adam Smith, piyasa özgürlüğü ya da kapitalizm olarak ifade edilen
özel mülkiyetin sınırlanamaz özelliğine ve bireyin ekonomik kararlarını kendisinin vereceği bir sisteme işaret etmektedir. Smith’in laissez faire anlayışına göre, bireyin davranışlarında kamu yararını düşünerek hareket etmesi önemli değildir. Sonuçta bu amaç “görünmez el” tarafından gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla toplum
ve bireyin çıkarları birbirine bağlanmaktadır. Kendi için çalışan birey, toplum için de çalışmış olmaktadır. “Çıkarların uyumu” ilkesi, laissez faire liberalizminin temel unsurlarından birini oluşturmaktadır. Bu ilkeye göre, birey için doğru olan toplum için de doğrudur. Bireyin kendi iyiliği için çalışması toplumun iyiliği için çalışması anlamına gelmektedir. Buradan yola çıkarak kendi halkına hizmet eden bir devletin, insanlığa hizmet ettiği kabul edilmektedir. Kendi çıkarları için çalışan bir devlet bunu yaparken uluslararası toplumun çıkarları için de çalışmış olmaktadır. Diğer bir ifadeyle toplum içinde bireyin çıkarları, toplumun diğer öğelerinin çıkarlarına ve mutluluğuna bağlanmakta ve bir bütün olarak ele alınmaktadır. Bu ilkeye realizm tarafından karşı çıkılmakta ve özellikle Carr’ın eserlerinde ciddi şekilde eleştirilmektedir. Carr, hatırlanacağı gibi, bu yaklaşımın gelişmiş ülkelerin kendi çıkarlarını tüm insanlığın (evrensel) çıkarlarıymış gibi göstermek amacıyla kullanıldığını ve büyük bir aldatmacadan ibaret olduğunu ileri sürmektedir.

    Liberalizmin en önemli temsilcilerinden olan Herbert Spencer (1820-1903) ise devlet ve toplumun iki temel şekli; askeri devlet ve endüstriyel devlet üzerinde durmuştur. Askeri devlet, toplumsal örgütlenmenin ilkel şekli olup acımasız barbar  ve savaş için her zaman hazırlıklıdır. Sıkı ve disiplinli bir toplumsal anlayışın egemen olduğu bu yapıda, bireyin konumu, tamamen otoriter ve militarist devlet tarafından ve onun gereksinimlerine göre belirlenir. Endüstriyel toplum her yönüyle askeri devletin karşıtı olup, bireyin devlet ve toplumdaki konumu gönüllü işbirliğiyle belirlenir. Bu toplumun amacı, üyelerine en fazla özgürlüğü ve en
yüksek mutluluğu sağlamaktır.


    -KLASİK LİBERALİZM VE TEMEL VARSAYIMLARI





     

     

     



















4 yorum :

  1. merhaba notlarını çok güzel teşekkürler ama sadece 1 ve 2 ünite diğer üniteler yok mu:( yardımcı olursanız çok sevinirim

    YanıtlaSil
  2. devam edemedim arkadaşım. son zamanlar yaşadığım olaylardan ötürü yarıda bıraktım. kusura bakmayın lütfen...

    YanıtlaSil
  3. Teşekkürler .Güzel çalışmadan dolayı kutlarım.

    YanıtlaSil
  4. devam etse idin de biz de hayır dua etse idik...

    YanıtlaSil